Üst Header Banner Reklam
Neden BOP Eş Başkanlığına Soyundunuz, Neden?
Müslümanı Müslümana kırdırmadılar mı? Sen de ona teşne olmadın mı? Ellerine silah vermedin mi? Suriye bataklığına askeri sokmadın mı? Milyonlarca Suriyeli Türkiye'de değil mi?
10.03.2020 22:11:42
Bu haber 591 kez okundu
Neden BOP Eş Başkanlığına Soyundunuz, Neden?

 

Neden BOP Eş Başkanlığına Soyundunuz, Neden?

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşmada ‘‘Şimdi ben özellikle AK Parti'ye oy veren kardeşlerime seslenmek isterim: Suriye sınırına, yabancı bir devlet gelip yerleşseydi bugün Türkiye'nin durumu ne olurdu?’’ dedi.

Hep beraber çalışıyoruz, günün 24 saatinde çalışıyoruz. Tarlada çalışanımız var, evde çalışanımız var, kırsalda çalışanımız var, sokakta çalışanımız var. Her yerde, her aşamada çalışıp, alın teri döküp, kazanıp, huzur içinde yaşamak isteyenlerimiz var.

Bu bağlamda 8 Mart'a gelmek istiyorum. Kadınlar, bu ülkenin kadınları, dünyanın kadınları; hep beraber siz 8 Mart'ı kutluyorsunuz. 8 Mart'ın geçmişindeki acı olayı biliyorsunuz ama kadınlar o kadar güçlü ki o acı olayı bayrama çevirmeye, bir kutlamaya çevirmeye, iradelerini bu şekliyle ortaya koymaya çalıştılar ve kazandılar, bu çok önemli bir şey. Kadın; kırsalda, tarlada çalışır ve üstelik 24 saat çalışır. Ama kentte rahat çalışabilmesi için, emek dökmesi için belli bir eğitimi alması gerekiyor. O nedenle biz "kız çocuklarının mutlaka okuması lazım" diyoruz, "mutlaka okula gitmesi lazım" diyoruz, "mutlaka bu çocukların eğitim görmesi lazım" diyoruz. O nedenle, Dünya Emekçi Kadınlar Günü denmesine karşın, Emre Kongar'ın da dediği gibi aslında her kadın bir emekçidir ve her kadın mutlaka çalışır. Elbette ki; 8 Mart'ta kadınlar, emekçi kadınlar kendi günlerini kutlamak isterler. Bütün dünyada bu huzur içinde kutlanır. Caddelerde, sokaklarda, meydanlarda bir araya gelirler. Sıkıntılarını anlatırlar, dertlerini anlatırlar, kadına yönelik şiddeti anlatırlar. Bir şekliyle toplumun duyarlılığını harekete geçirmeye çalışırlar. Toplumun dikkatini çekmeye çalışırlar. "Kadın üzerindeki baskıları kaldırın. Erkek şiddetini kaldırın" derler ve bunu yaparken de kadınlar saldırmazlar, ellerinde silah yoktur. Onların yüreklerinde sevgi vardır. Onların yüreklerinde vatan sevgisi vardır. Onların yüreklerinde bayrak sevgisi vardır. Onların yüreklerinde insan sevgisi vardır. Dolayısıyla siz bu sevgiye onların rahatlıkla kendi gösterilerini, kendi yürüyüşlerini yapabilecekleri bir alanı açarak katkıda bulunabilirsiniz.

İstanbul'da da kadınlar yürümek istediler, bir akşam saatinde yürümek istediler. Yasak getiriliyor. Hangi yasak? Niye yasak getiriyorsunuz? Hangi gerekçeyle yasak getiriyorsunuz? Yasak geldiği zaman Türkiye'nin demokrasisi gelişmiş mi olacak? Yasak geldiği zaman Türkiye'de demokrasi var algısı bütün dünyada yerleşmiş mi olacak? Tam aksine, tam aksine...

O nedenle biz yasakçı zihniyetlere ve yasağı getirenlere karşıyız. İnsanlar silahsız olmak kaydıyla, şiddetsiz olmak kaydıyla her türlü eylemi, her türlü toplu yürüyüşü yapabilirler, yapmalılar. Siyasetin dikkatini çekebilirler. Toplumun dikkatini çekebilirler. Şiddetin ne kadar ağır sonuçlar doğurduğunu bir şekliyle topluma aktarabilir. Bunun yolu 8 Mart. 8 Mart'ta da bunu kadınlar yapıyor. Dolayısıyla bizim kadınlara desteğimiz her zaman var.

Kadın hareketi aslında tarihsel süreç içinde baktığımız zaman, Mustafa Kemal'in kadınlara bakışını gördüğümüz zaman kadın hareketinin ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. 1934 yılında Kadına Seçme Ve Seçilme Hakkı verildi; 1934 yılında. 1935 yılında Dünya Kadınlar Birliği Genel Sekreteri var Cenevre'de, Kadın Hareketi Gazetesinin de aynı zamanda yazarı, 1935'te yani 1934'te verilen yetkilerden sonra 1935'te, İsviçre'de kendi gazetesinde şunu yazar. "Ne yalan söyleyeyim Türk kadınını çok kıskanıyorum." Burada kadın ve erkek arasında toplumsal ve hukuksal konularda hiçbir fark kalmamıştır Türkiye'de demek istiyor. Yani tam bir eşitlik var. "Biz de memleketimizde, İsviçre de bunun için çok çalıştık. Tam 4 kez haklarımızın tümünü alabilmek için başvurduk. Parlamento 4 kez kabul etti fakat Ayan Meclisi reddetti. Fransa'da da kadınlar henüz sahip olamadıkları hakları almak için çalışıyorlar."

Değerli arkadaşlarım; bunu söyleyen kadın 1935 yılında yazıyor, hak arama mücadelesini elde edemediklerini ama 1934 yılında Türkiye'de kadınların bu hakları elde ettiklerinin altını özenle çiziyor. Fransa'da tam 10 yıl sonra 1944 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı veriliyor. İtalya, Arjantin ve Meksika'da 1946'da veriliyor bu hak. 1934'te Türkiye; İtalya, Arjantin ve Meksika'da 1946'da, Japonya'da 1945'te, Çin'de 1947'de, Yunanistan'da 1952'de, Belçika'da 1960'ta, bu yazıyı yazan İsviçre'de 1971 yılında kadınlar seçme ve seçilme hakkına sahip oluyorlar. Buradan Mustafa Kemal'in büyüklüğünü bir kez daha görüyoruz ve kendisine saygıyla, sevgiyle anıyoruz.

Değerli arkadaşlarım; demokrasiyi yüceltmek hepimizin ortak görevidir. Mücadeleyi demokratik standartlar içinde yapmak da, hepimizin yine ortak görevi olmak zorundadır. Yeri zamanı gelir, seçimler olur. Kimin iradesine başvurursunuz? Vatandaşın iradesine başvurursunuz. Muhtar seçimi ise mahallede ve köyde, belediye başkanının seçimi ise beldede bunu yaparsınız. Büyükşehir ise bütün büyükşehirde yaparsınız, ayrıca ilçelerde yaparsanız. Milletvekili seçimi ise Türkiye genelinde belirlenen, Yüksek Seçim Kurulu ve yasaların belirlediği standartlar içinde gidersiniz, halkın iradesine başvurursunuz; seçilirseniz veya seçilmezsiniz. Halkın iradesine de her yerde, her ortamda demokrasinin gereği olarak saygı duyarsınız.

Yalova Belediye Başkanımız Vefa Salman 2 kez girdi, engellediler. Oylar bir kez daha sayıldı ama sonuçta 2 kezdir kendisi Yalova'da belediye başkanlığı yapıyor. Kimin oylarıyla? Yalovalıların oylarıyla yapıyor. Kendisini halkın oyları ile yenemedikleri için, bu kez acaba idari kararlarla Vefa Salman'ın nasıl buradan uzaklaştırabiliriz ve kendi partilimizi nasıl Yalova'ya belediye başkanını seçeriz, bunun arayışına girdiler. Bir yolsuzluk saptanıyor, doğrudur, bir yolsuzluk var. Yolsuzluğu saptayan idare mi? Hayır. Yani bakanlık mı? Hayır. İçişleri Bakanlığı mı? Hayır. Sayıştay mı? Hayır. Orada yolsuzluğu saptayan oradaki dürüst, namuslu bir memur; olayı görüyor, tespit ediyor, belediye başkanına haber veriyor. Belediye başkanı "inceleyin" diyor. Doğru mudur, yanlış mıdır diye inceleniyor. Arkasından da belediye başkanı bu yolsuzluğun araştırılması için Cumhuriyet Savcılığına ve emniyete suç duyurusunda bulunuyor, "gelin araştırın. Boyutları nedir, ne değildir, bakın. İlgilileri yakalayın, ilgililer hakkında dava açın" diyor. Yani kendisini suçluyor. Ama sonunda belediye başkanı açığa alınıyor. Belediye meclisinde oylama yapılıyor ve bir AK Partili, Yalova'ya Belediye Başkanlığına vekalet etmek üzere seçiliyor.

Buradan bütün Yalovalı kardeşlerime seslenmek isterim: Hangi partiden olursa olsun, halkın oyuyla seçilen belediye başkanının bizim başımızın üstünde yeri vardır. A partisi olur, B partisi olur, C partisi olur, o ayrı bir şeydir. Ama milletin iradesi ortaya çıkmışsa, o iradenin gereğinin yapılması lazım. Şimdi o iradenin gereği yapılmıyor, demokrasiye darbe vuruluyor. Yalova halkının oylarına darbe vuruluyor. Onun seçtiği belediye başkanını değil, İçişleri Bakanının belirlediği, onun yolu ve yöntemi ile belirlediği bir kişi geliyor ve orada belediye başkanlığı yapıyor. Bu doğru değil arkadaşlar, doğru değil.

Vefa Salman eğer bir yolsuzluk yaptığı yapmış ve bu ortaya çıkmışsa hiç kimse merak etmesin, önce o konuda işleri yapacak olan parti zaten biziz. Biz hiçbir belediye başkanımızın yolsuzluk yapmayacağına inanıyoruz. Araştırıyoruz, bizim denetimlerimiz de var belediyelerde. Bakıyoruz belediyelerimize, çalışıyorlar belediye başkanlarımız, emek harcıyorlar belediye başkanlarımız. Dolayısıyla yolsuzluğu şikâyet edip, görevden alınan bir belediye başkanı olarak Sayın Vefa Salman tarihe geçecektir ve tarih de bu acı olayı hiçbir zaman unutmayacaktır.

Değerli arkadaşlarım; demokrasi derken parlamentodan da söz etmek isterim. Bu kürsü, yani parlamentonun çatısı altında yapılan bütün konuşmalarda mutlak sorumsuzluk vardır, bütün konuşmalarda. Ama bu her konuşanın canının istediği gibi konuşması anlamına gelmez. Her konuşanın, önüne gelen herkese hakaret etmesi anlamına gelmez. Güzel bir atasözümüz var "Taç giyen baş akıllanır" diye. Bu belli bir makama, belli bir mevkiye gelen kişilerin sorumluluğunu hatırlatır aslında. Siz halkın oyuyla veya herhangi bir nedenle bir makama gelmişseniz, o makamın öngördüğü kurallar içinde konuşmak zorundasınız. O makamı yıpratmamak zorundasınız. Makamın itibarını korumak zorundasınız. O nedenle "taç giyen baş akıllanır" denir. Yani konuşurken dikkatli konuşmanız gerektiğini ifade eder bu atasözümüz.

Dolayısıyla Sayın Erdoğan'ın bana yönelik olarak burada söylenmesi asla mümkün olmayan, terbiyemin asla izin vermediği, ahlakımın asla izin vermediği belli cümleleri kullanarak, belli kelimeleri kullanarak bana hakaret etmesini asla kabul etmiyorum. Kendisine de hiçbir cevap vermedim. Grup Başkanvekilimiz onun kullandığı cümlelerin aynısını kullandı. Kızıyorlar Grup Başkan Vekilimize "neden böyle söylüyorsun?" diye. İyi de, asıl öbürüne kızmak lazım neden böyle söyledin diye? Hangi gerekçeyle böyle söyledin? Biz parlamentoda kavga istemiyoruz. Altını bir daha çizeyim, parlamentoda kavga istemiyoruz. Herkes düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilsin. Herkes düşüncelerini kamuoyuna, kitlelere yayabilsin, aktarabilsin. Düşünce kadar değerli bir şey yoktur. Çünkü düşünce, bir insanın belli bir olayı sorgulaması ve ondan sonra da düşüncesini ifade etme sürecidir. Ben düşüncemi açıklayacaksam, otururum, konuşurum. O konuyla ilgili yazılar okurum, makaleler okurum, gerekirse kitaplar okurum, işin uzmanlarına danışırım; çıkarım, düşüncelerimi ifade ederim. Benim söylediğim sözlerde kimsenin kırılmasını istemem. Bir eleştiri getiriyorsak, eleştirinin mutlaka bir gerekçesi var ve o gerekçesini de açıklarız. Bu çerçevede bakıyoruz olaya. Dolayısıyla parlamentoda gereksiz bir kavganın, parlamentoya hiçbir kazanç sağlamayacağını da ifade etmek isterim.

Bir atasözüyle başlamıştım "taç giyen baş akıllanır" diye, bir başka atasözü ile devam edeyim, atalarımız söylemiş "Büyük lokma ye, büyük laf etme" diye. Bu da önemlidir. Büyük lokma ye, büyük laf etme. Neden? Büyük lafın arkasında durmak kolay değildir. Büyük laf ediyorsanız önünüze çok güçlü ve büyük bir hedef koymuşsunuzdur. O hedefi aşmazsanız, hedeflerin gerisine düşersiniz, itibarınız düşer, itibarınız sorgulanır. İtibar sadece kişisel bir olay değildir. Bulunduğunuz makamın itibarını da köreltmiş olursunuz, o makama da itibar açısından zarar vermiş olursunuz.

Değerli arkadaşlarım; biz itibarı kaybeden kişilerin ya da söylediği sözleri tutamayan veya o sözlerin gerisine düşen kişilerin bir memleketi yönetmesini doğru bulmayız. Sonuçta o büyük laflar döner, dolaşır, koca görkemli bir Türkiye Cumhuriyeti Devletine zarar verir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin uluslararası itibarını sarsar. O nedenle konuşurken, ülkeyi yönetenlerin konuşurken çok daha dikkatli olmaları gerekir.

Suriye konusunda biz çok iyi niyetlerle yola çıktık, çok iyi niyetlerle. Hiç büyük laflar etmedik. Sorduğumuz soru şuydu bakın: "Bizim Ortadoğu bataklığında ne işimiz var?" Aklı olan herkes bu sorunun ne kadar doğru bir soru olduğunu biliyor. Neden bizim o bataklıkta işimiz var? Sorunu çözmek için evet, sorunu çözmek için evet ama bize de danışılırsa. Türkiye'nin böyle bir pozisyonu vardı, Ortadoğu'da bir sorun çıktığı zaman, başvurulan ülke Türkiye idi gelin şu sorunumuzu çözün diye. Bataklığa girdiğiniz andan itibaren, sorunu çözüme pozisyonunuzu kaybediyorsunuz demektir.

Yine söyledik; neden Suriye sınırında mayınlar temizlendikten sonra 49 yıl yabancı bir ülkeye vereceğiz o sınırları, neden biz bunu öngördük? Bunlar öngördüler. Neden? Kim telkin etti, kim tavsiye etti size? Mayınları temizleyin yüzlerce kilometrelik alanı yabancı bir ülkeye verin. Niçin? 49 yıllığına... Önce kararnameyi CHP iptal ettirdi, sonra Anayasa Mahkemesine kanun çıkardılar, Anayasa Mahkemesi'ne gittik, kanun çıktı ve iptal etti. Şimdi ben özellikle AK Parti'ye oy veren kardeşlerime seslenmek isterim: Suriye sınırına, yabancı bir devlet gelip yerleşseydi bugün Türkiye'nin durumu ne olurdu? Cumhuriyet Halk Partisi'nin -hep kızıyorlar ya "siz hep bu mahkemelere gidersiniz" diye- mahkemeye gitmeyip de iptal ettirmeseydik, bugün o bataklığın hangi düzeye ulaştığını acaba tahmin edebilir miydik?

Yine söyledik, neden Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanlığına soyundunuz, neden? Kim size önerdi? Maşa rolünü kim size verdi, hangi gerekçeyle kalktınız bunu açıkladınız defalarca? "Ben Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanıyım..." Hiç düşünmediniz mi? Sana bu eş başkanlığı veren, sana nasıl bir görev verecek yarın? Tarihten yoksun olanlar, tarih kültüründen yoksun olanlar buna balıklama atladılar, bugün Ortadoğu bataklığında bulunmamızın temel nedenlerinden birisi bu.

Yine biz söyledik, ya arkadaş ÖSO'yla senin ne işin var? Suriye'yi bölme, ayrıştırma konusunda senin ne işin var, neden bu işe soyunuyorsun? "ÖSO'yu biz Amerika'yla beraber kurduk" diyor. "Ey Amerika, biz ÖSO'yu seninle beraber kurmadık mı?" diyor. Sana maşa görevi verdiler, farkında bile olmadın. Değerli arkadaşlarım ve biz ÖSO'nun hamiliğine soyunduk aynı zamanda. Maaş verdik aynı zamanda, para verdik, aynı zamanda, silah verdik aynı zamanda, eğittik aynı zamanda ve biz yıllar yılı "yanlış yapıyorsunuz, yapmayın, etmeyin" dedik. "Türkiye'nin başını belaya sokmayın" dedik. "Türkiye'nin tarihine bakın" dedik. "O dönem Ortadoğu'da görev yapan devlet büyüklerinin yazdığı anılara bakın" dedik. Ama dinlemediler. Tam tersine "ÖSO, Kuvayı Milliyedir" dediler. Çünkü Kuvayı Milliye’nin ne olduğunu bilmiyorlardı. Sanıyorlardı ki Gazi Mustafa Kemal Atatürk Kuvayı Milliye’cilere her ay para veriyor. Sanıyorlardı ki Kuvayı Milliye’ciler kendi vatanlarını savunmuyor da, birilerinin telkiniyle yola çıkmışlar.

Değerli arkadaşlarım; sırtımızı sıvazlayıp Suriye bataklığına bizi sokanlar, sonra bizi yalnız bıraktılar. Biz her seferinde uyardık, her seferinde. 2013'te dedik ki: "Gelin bir Uluslararası Suriye Konferansı toplayın" dedik, yapmadılar. Biz yaptık Uluslararası Suriye Konferansını ve bütün ayrıntıları anlattık orada. Çünkü biz Ortadoğu'da barış istiyorduk. Komşumuzda yangın istemiyorduk. Komşumuzdaki yangının bize sıçrayacağını biliyorduk. Biz hiçbir Mehmetçiğimizin burnu kanamasın istiyorduk. Biz bütün Suriye'nin Mehmetçiğimizin bir tırnağına dahi değmeyeceğini söylüyorduk. Biz bunları söylüyorduk.

Değerli arkadaşlarım; ama saray iktidarı buna izin vermedi. Biz bunları söylerken aynı zamanda öneri de getiriyorduk. Ben bu kürsüden, Suriye konusunda beş temel öneride bulundum 4 Şubat 2020'de. Şunu da söyledim: “Bizim önerilerimizi beğenmeyebilirsiniz ama bizim çözümlerimiz bunlar. Bu önerilerle yola çıkarsanız, Suriye sorununu çözersiniz. Bataklığa saplanmazsınız, askerlerimiz şehit olmaz.” Dolayısıyla bu sorunların her birisini, her birisini çözme konusunda öneri getirdik size. Ama değerli arkadaşlarım bunu da dinlemediler. Dinlemediler ama hani dedik ya, “Büyük lokma yutacaksın, büyük laf etmeyeceksin” diye, büyük laf etmeye devam ettiler. 12 Şubat'ta, “Şubat ayının sonuna kadar rejimi İdlib'deki gözlem noktalarımızın dışına çıkarmaya kararlıyız. Bunun gerçekleşmesi için de havadan ve karadan askeri gücümüzü harekete geçireceğiz…” Havadan nasıl geçirecekler? Hava desteği yok ama söylüyorlar. Dilin kemiği yok ki, istediğini söyle! İç politikaya malzeme ediyorsun, Türkiye'ye diyorsun, “ben şunu yapacağım, asacağım, keseceğim."

26 Şubat'ta gözlem kuleleri ile ilgili olarak diyor ki; "Gözlem kulelerimizi bu defa kuşatmalarından öyle veya böyle, bu ay sonuna kadar, yani şubatın sonuna kadar kurtarmanın planlanması içindeyiz." 26 Şubat'ta bu söyleniyor, 27 Şubat'ta o akşam 34 askerimiz şehit oldu, 34 askerimiz! Sanki bir ölü toprağı serpilmiş gibi bütün Türkiye derin bir sessizliğe gömüldü ve hepimizin yüreği ağzımızda, nedir, neyin nesidir diye bekledik. 36 saat televizyonların önüne çıkmadılar, 36 saat!

Niye diyorum büyük lokma ye ama büyük laf etme? Altında kalırsın. Ve altında kaldılar. Devam ettiler sonra, 3 gün sonra çıktılar televizyonlara. Erdoğan çıktı, gülümsedi, fıkralar anlattı, sanki bu ülkede 34 şehidimiz yokmuş gibi. Eleştirdim. Eleştirmeye hakkım vardı. O şehitlerin ve onların ailelerinin, gazilerin bizde hakkı vardır, hukuku vardır. "Ya daha mezara vermeden, toprağa vermeden bu kahkaha nedir? Bu gülme nedir?" dedim. Devleti yönetiyorsun yahu, devleti yönetiyorsun. En azından gülümseme kardeşim, en azından gülme ya, en azından şehide, en azından o şehidin annesine saygı duyun kardeşim.

Yine devam ediyor beyefendi, 2 Mart'ta açıklama yapıyor, "Şayet bir an önce Türkiye'nin belirlediği sınırların dışına çıkmazlarsa, bir süre sonra omuzların üzerinde o başlar da kalmayacak" diyor. Gövde üstünde baş kalmayacak eğer olmazsa ve bir taraftan da "acaba biz nasıl toplanırız, bu sorunu çözebiliriz" diye. O doğru, toplansınlar, sorunu çözmek için çalışsınlar, onu eleştirmiyoruz. Ama bu lafı ediyorsan, senin toplanmaya gereğin yok, sen düşünmüyorsun toplanmayı.

Değerli arkadaşlarım; arkasından dörtlü toplantı olacaktı, bu gerçekleşmedi. "Ben gelmiyorum" deyince bizimki Putin'e gitti. Gider mi, gider. Gider ama giderken dedim ki; "Bana her konuşmada Bay Kemal diyorsun. Putin'e de ki Bay Kemal'in dört tane sorusu var. Kusura bakma ben bu dört soruyu Bay Kemal adına sormazsam, Bay Kemal bana diyecek ki "Niye bu soruları sormadın?" O sormazsa, uçakta gazeteciler sorsunlar Erdoğan'a "niçin Bay Kemal'in sorularını sormadı?" diye.

Sorular neydi?

-Birliklerin yerini bildirmemize rağmen, Rusya'ya bildirmemize rağmen neden askerlerimizi şehit ettiniz? Makul bir soru. Biz bildiriyoruz, burada bizim askerimiz var. O dinlemiyor, gelip bizim askerimizi vuruyor. 34 şehidimiz var.

-İlk saldırının ardından uyarı yapmamıza rağmen ikinci saldırıyı niye gerçekleştirdiniz? Bunu da sorduk.

-Üçüncü soru, yaralı ve şehitlerin Türkiye'ye getirilmesi için helikopterlere neden izin vermediniz? Şehitler gelecek, yaralılar gelecek, bir an önce tedavi olmaları lazım. Helikopterlerine izin verin, gidip onları alıp gelsinler. "Buna neden izin vermediniz?" diye sorun.

-Dördüncü soru; savaş hukukunda yaralıları taşıyan ambulanslar vurulmaz. Siz yaralı askerlerimizi almaya gelen ambulanslarımız neden vurdunuz?

"Bu dört soruyu Putin'e sor" dedik. Gitti oraya Sayın Erdoğan, Putin'le görüştüler. Arkadaşlar kalabalık bir ekip gittiler oraya. Sonra Putin'le Erdoğan televizyonların önüne çıktılar. İlk konuşmayı Sayın Putin yaptı. Putin şöyle diyor, "Görüşmemize başlarken Suriye'de hayatlarını yitiren askerler için taziyelerimi ifade etmek istiyorum. Her insanın ölümü bir trajedidir, zordur. Telefon görüşmemizde ifade ettiğim gibi hiç kimse, Suriye askerleri de dahil olmak üzere orada Türk askerlerinin olduğunu bilmiyordum."

Dakika bir, gol bir; soru sorma imkânı kalmadı. Ne olması lazımdı? "Bir dakika" demesi lazımdı. "Sayın Putin, biz size koordinatları bildirdik. Şu tarihte, şu dakikada, şu saniyede size Türk askerlerinin nerede olduğuna dair koordinatları bildirdik. Bildirdiğimiz koordinatlara rağmen siz vurdunuz, sizden bunun gereğini yapmanızı istiyoruz." İstenecek oydu. Hiç ses yok.

Şimdi ben bir soru soruyorum, bununla bağlantılı olarak: "Telefon görüşmemizde ifade ettiğim gibi…" diyor. Yani ben sana telefon açtım veya sen bana telefon açtın. "Ben sana dedim ki diyor Putin, o alanda askerlerin vurulduğu yerde, biz sizin askerlerinizin olduğunu bilmiyorduk, Suriye de bilmiyordu. Ben sana söyledim" diyor telefondan. Erdoğan bu telefon görüşmesinde Putin'e ne söyledi, bunu merak ediyorum. Putin telefonda "Sizin askerlerinizin olduğunu bilmiyorduk" diyorsa, telefonun öbür ucunda da Erdoğan varsa, Erdoğan'ın dönüp koordinatları anlatması lazım. Demek ki o bilgi de verilmemiş, o anlaşılıyor burada.

Değerli arkadaşlarım; Erdoğan buna hiçbir şey söylemiyor. "Kabulünüz nedeniyle teşekkür ederim" diye cümleye başlıyor. Aynı düzeyde bile görmüyor. Devasa bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti, görkemli bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tarihinde her karış toprağında şehit kanları olan bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti... Yöneticiye bakın, Allah aşkına ya! Nasıl üzülmezsiniz, nasıl kahrolmazsınız?

Değerli arkadaşlarım, sonunda bir anlaşmayı imzaladılar. Sonuçları ne, onu da soğukkanlılıkla oturup konuşmamız lazım.

Birinci sonucu şu: Ortada bir ateşkes yok değerli arkadaşlar. Erdoğan "ateşkes" diyor ama sözleşmede ateşkes yok. Söylenen şu: Askeri faaliyetlerin durması... Sözleşmeyle Rusya, Suriye ve Türkiye askerler faaliyetlerini durduracaklar, yani askerler faaliyetlerini durduracaklar. Askeri faaliyette kim bulunuyor? 3 tane devlet var orada; üç devlet askeri faaliyetlerini durdurma kararı alıyorlar. Böylece sorun bir anlamda biraz daha ileriye atılmış oluyor. Çünkü 7 gün içinde M4 karayoluyla ilgili oturup karar alacaklar.

İkinci sonuç: Türkiye bu anlaşmayla Suriye rejimini resmen tanıyor. Sözleşmede "Suriye Arap Cumhuriyeti" diye geçiyor. Yani artık rejim mejim değil, bizzat Dışişleri Bakanı televizyonların karşısına çıkıp "Suriye Arap Cumhuriyeti" diye ifade ediyor.

Üçüncü sonuç: Türkiye, Suriye'nin toprak bütünlüğünü kabul ediyor. Aynen okuyorum: "Suriye, Arap Cumhuriyeti'nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne olan kuvvetli taahhütlerini yenileyerek" diyor.

Dördüncü sonuç: Terörle mücadeleyi Türkiye de kabul ediyor ama cümle şöyle; “Terörizmin tüm tezahürleri ile mücadele, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan tüm grupların ortadan kaldırılması yönündeki kararlılıklarını” ifade ediyorlar. Birleşmiş Milletlerin terörist saydığı Heyet Tahrir el Şam, El Nusra, El Kaide gibi kuruluşlar ama buradaki şu iki kelime önemli: “Terörizmin tüm tezahürleri ile…” yani tüm birimleriyle, biçimleriyle, tüm biçimleriyle. İngilizceden tam tercümesini arkadaşlar “terörizmin tüm biçimleriyle mücadele edilecek.” şeklinde ifade ettiler. Buradaki soru şu: ÖSO ne olacak, Özgür Suriye Ordusu? Çünkü Suriye rejimi ÖSO'yu terör örgütü olarak görüyor, Türkiye terör örgütü olarak görmüyor. Rusya da terör örgütü olarak görüyor. Birleşmiş Milletler tamam ama terörizmin tüm tezahürleri içine ÖSO giriyor mu, girmiyor mu? Bunu önümüzdeki süreçte hep beraber göreceğiz.

Beşinci sonuç: Yaşadığımız sorunun Suriyelilerin öncülüğünde ve sahipliğinde çözüleceğini kabul ettik. Biz hep derdik ki: Suriye'nin kaderini Suriyeliler belirler. "Hayır efendim öyle değil. Suriye'nin kaderini ben belirleyeceğim" diyorlardı. Şimdi gittiler, anlaşmayı imzaladılar. Suriye ihtilafının askeri çözümünün olamayacağı, askeri çözüm olmayacak diyor ve "ihtilafın yalnızca Suriyelilerin öncülüğünde, Suriyelilerin öncülüğünde ve sahipliğinde Birleşmiş Milletlerin kolaylaştırıcılığında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin falan sayılı kararıyla bu işi çözeceğiz" diyorlar.

Altıncı sonuç: Halep-Şam ve Halep-Lazkiye, M4 ve M5 karayollarının açılması. M5 zaten rejimin elindeydi. M4'ü de 6 kilometre güney-kuzey ekseninde altışar kilometrelik bir güvenlik sağlanacak ve Suriye rejimi burayı kullanacak. Burada temel sorun şu: M4'ün altında kalan terör örgütü, ÖSO militanları ya da HTŞ militanları ne olacak? Önümüzdeki en temel sorunlardan birisi olarak duruyor.

Yedinci sonuç: Suriye hava sahasının Türkiye için açılması ancak Rusya kabul ederse mümkün olacak. Suriye hava sahasının açılması konusunda herhangi bir taahhüt söz konusu değil bizim için.

Sekizinci sonuç: HTŞ anlaşmalara uymayacağını açıkladı. "Ben bu anlaşmaya uymuyorum" dedi.

Değerli arkadaşlarım; 26 Şubat 2020'de Sayın Erdoğan grup toplantısında bir cümle kurdu. Bu çok önemli bir saptama ve doğru bir saptama. Şöyle diyor Sayın Erdoğan, “Biliyoruz ki bugün Suriye ile olan 911 kilometrelik sınırımızın ötesinde verdiğimiz her mücadeleyi, yani Suriye topraklarında verdiğimiz her mücadeleyi, yarın kendi topraklarımızda bugünkünden on kat, yüz kat büyük kayıplarla yürütmek zorunda kalacağız." Yani o terör örgütleri Türkiye'ye gelirse, işimiz pek kolay değil diyor ve itiraf ediyor. Bunun üzerinde yeteri kadar durulmadı. Sormak lazım: Sen neden oradaki terör örgütlerine destek verdin? Neden onların hamiliğine soyundun ve onlar yarın Türkiye'ye gelirse bizim başımıza bela olmayacak mı? 40 yıldır terör belasından bu ülke bıktı, büyük şehitler verdi. Sayısal olarak büyük şehitler verdik.

Ve dokuzuncu sonuç: Suriye, gözlem noktalarının gerisine çekilmeyecek. Gözlem noktalarındaki bizim askerlerin korumasını da Suriye ordusu büyük ihtimalle yapacak. Onuncu sonuç: Anlaşmada Esad'ın da görüşü alındı. Erdoğan dönüp Çavuşoğlu'na "Şu anda Esad ile konuşuldu değil mi?" diye sordu. Evet, Esad ile konuşuldu ve onun da görüşü alındı.

Bir diğer, on birinci sonuç: Gözlem noktalarındaki kuşatma kalkmıyor. Türk gözlem noktalarının etrafındaki kuşatma kalkmıyor, sözleşmede böyle bir şey yok.

Ve on ikinci sonuç: Teröristlerden kaçan sivil halkın Türkiye'ye göçünü önlemek amacıyla bir tampon bölge oluşturulması da burada söz konusu değil.

Değerli arkadaşlarım, bir başka önemli nokta. Bir uluslararası toplantı yapıyorsunuz. Cumhurbaşkanı gidiyor, bakanlar gidiyor, Dışişleri Bakanlığı görevlileri gidiyor. Bakanlar orada ama 2 kişi daha var orada. AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik, Ne işi var orada? Bu parti olayı mı? Bir de Mahir Ünal. İşte "parti devleti" dediğimiz budur arkadaşlar. Ne işleri var onların orada? Devletin bütün sırlarına vakıflar ama meclise gelince burada konuşmuyorlar. Ağırıma giden - bunlar yapıldı - Putin’in el işaretiyle bizimkileri çağırması "beyler buyurun gelin" diyerek her birisiyle tek tek tokalaşması ağırıma gidiyor.

Dışişleri Bakanını görüyorsunuz; ter basmış, elindeki dosyayı yelleç gibi kullanıyor, evet elindeki dosyayı. Ve bir görüntü var, içimi acıtıyor: Kapıda beklerken birisi havaya bakıyor, birisi yanına bakıyor, birisi kravatı ile oynuyor, hepsi sıkkın. Yapılan muameleyi görüyorlar zaten. Haksızlık var mı? Evet haksızlık var. Yanlış mı? Evet yanlış. İnsanlar aşağılanıyor mu? Evet insanlar aşağılanıyor. Hak ediyorlar mı? Hayır. Bunu asla kabul etmiyoruz ve asla doğru bulmuyoruz.

Değerli arkadaşlarım; bu sözleşme, az önce size söylediğim ve grupta okuduğum beş önerinin dördünün yerine gelmesine yol açtı. Biz söyledik yapmadılar, Putin'e gittiler, Putin önlerine koydu ve orada yaptılar. Teşekkür ederim arkadaşlar.

Saray'ın kibirli adamı, bizim bütün iyi niyetimize rağmen uçakta diyor ki; "Efendim ateşkese en çok CHP üzülecek." Allah akıl fikir versin, vallahi billahi Allah akıl fikir versin!

Yalanı gerçek gibi anlatan bir müflis bezirgandan ne bekleyebilirsiniz siz Allah aşkına? Yahu biz niye sevinelim? "Bunları yap" diye sana neredeyse yalvardık. Her grupta söyledik. "Bir erimizin tırnağı Suriye'ye bedeldir" dedik. "Bir erimizin tırnağı Libya'ya bedeldir" dedik. Ben bunu defalarca söyledim sana. En çok efendim biz üzülecekmişiz? Ne diyeyim? Allah akıl fikir versin. Sanki "haydi beyler çekilmezseniz yer yerinden oynayacak, sizi vuracak" diyen bendim, sen değildin. Savaş naraları atan ben değildim ki, sendin. Ben "yapma" diyordum "büyük laflar etme" diyordum. Devleti yöneten adamın 9 boğumlu olması lazım boğazında. Bir laf ederken oturup düşüneceksin. Sanki ben demişim "Suriye yansın, yıkılsın" diye. "Haydi hep beraber Şam'a gidelim" diyen ben miyim, sen miydin?

Değerli arkadaşlarım, bir şeyi daha söylemekten kendimi alamıyorum. Değerli arkadaşlarım; Yenikapı'ya gittim diye 15 Temmuz sonrası çoğu arkadaşımız beni eleştirdi niye gittim oraya diye. Gittim oraya; orada söylediğim, kullandığım cümlelerden birisi şuydu, aynı şeyi meclise de defalarca ifade ettim. "Camiye, kışlaya ve adliyeye siyaseti sokmayın" dedim. Camiye, kışlaya, adliyeye, siyasete sokarsanız Türkiye'de huzur kalmaz. Beyefendi geldi, camide kürsüler kuruldu, çıktı orada konuşma yapıyor. Doğru değil arkadaşlar, doğru değil. Bir partinin genel başkanı camide oturup siyasi konuşma yapmaz. İnanca saygı duyun yahu, inanca saygı duyun. Şöyle diyor:" Şehitler verdik, dün en sonunda masaya oturduk ve dün gece yarısı itibariyle ateşkes ilanında anlaştık. Temennimiz odur ki bu sürer; böylece Müslümanın Müslüman ile böyle bir savaşı yapması da bitmiş olur."

Yıllar yılı söyledim ya! “Egemen güçler silah veriyor. Müslümanlar birbirini öldürüyor. Bunların maşalığını kim yapıyordu? Müslümanı Müslümana kırdıranlar kimlerdi?” Sıkılmasa "Kılıçdaroğlu da bundan keyif alıyor" diyecek. Yani akıl akıl. Nerede kaldı bu akıl? Müslümanı Müslümana kırdırmadılar mı? Sen de ona teşne olmadın mı? Ellerine silah vermedin mi? Suriye bataklığına askeri sokmadın mı? Milyonlarca Suriyeli Türkiye'de değil mi? O insanları perişan etmedin mi? Onların vebali, günahı kimin omuzundadır? Ben bunu söyleyince kızıyorlar. İstediğiniz kadar kızın hakkı, hukuku ve adaleti getirmek için mücadele edeceğim.

"Devlette liyakati koruyun" dedim. Rüşvet alan adamdan Allah aşkına büyükelçi olur mu ya, rüşvet alan adamdan? Ya insanda biraz utanma olur, ya ar olur, ya bu adam arabasında Türk bayrağı taşıyor. Bunun da belirlediği dış politika işte böyle olur. Gidersin, önüne koyarlar anlaşmayı "bas imzayı" derler. Söyleyeceğiniz hiçbir şey kalmaz. Çünkü siz haksızsınız arkadaşlar, haklı değilsiniz.

Değerli arkadaşlarım; basın konusu önemlidir. Medya, halkın gözü, kulağı ve sesidir. Halkın neşesini de yansıtır, acısını da yansıtır. Sorunlarını da yansıtır, çözümleri de yansıtır. Medyadan herkes şöyle veya böyle ya televizyonda, ya sosyal medyada veya gazetede veya dergide veya kitapta bir şekliyle bundan yararlanır. Anayasamızda der ki, “Basın hürdür, sansür edilemez.” Niçin? Siyasi iktidar baskı kurup, kendi olumsuzluklarını yansıtan gazete üzerinde baskı kurmasın diye. Siyasi iradeye böylece bir engel koyar. “Basın hürdür, sansür edilemez” çünkü sansürü kim getirir? Siyasi güç getirir. Yani iktidar getirir. "Sansür etmeyeceksin" diyor. Hatta bir de şunu söylüyor, “Devlet basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.” Yani bırakın "sansür getirilemez" diyor, ayrıca "rahat çalışabilmesi için haber alma konusunda her türlü tedbiri devlet alır" diyor.

Değerli arkadaşlarım; medya üzerindeki baskıları biliyorduk. 15 Temmuz sonrası, 15 Temmuz öncesi bunları biliyorduk. Önce şunu bir sefer kabul edelim; bir sivil darbe süreci içindeyiz, 20 Temmuz'dan sonra Türkiye bir sivil darbe süreci içindedir, bunu herkesin kabul etmesi lazım. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir sivil darbe süreci yaşıyoruz. Medya üzerinde olağanüstü baskı var. Kendilerini anlatan, kendilerini öven ve sadece kendileri için çalışan özel bir medya grubu da var. Bunlar sadece devletten aldıkları paralarla besleniyorlar. Kamu kurumları bunlara büyük paralar aktarır. Bunların tek görevi vardır, siyasi iktidar ne yaparsa yapsın, ne yaparsa yapsın övmektir. Ödemedikleri an oradan ayrılmak zorundalar.

Oda TV'ye geliyorum: Havuz medyasının büyüklüğü karşısında namuslu gazeteciler, aydınlar oturdular, kendi sosyal medyalarını oluşturdular. Oda TV de bunlardan birisi, 1 Ocak 2019 ile 31 Aralık 2019 tarihleri arasında 1 milyar 207 milyon 806 bin 329 haber okundu bu internet sitesinden. 1 milyarın üzerinde haber, bu internet sitesinde okundu arkadaşlar; okunan haber sayısıdır bu. Aynı tarihlerde günlük okunan haber sayısı 3 milyon 392 bin 761. 2019 yılında Oda TV internet sitesine giren kişi sayısı 80 milyon 45 bin 131 kişi. 2020 itibariyle günlük ziyaretçi sayısı, tıklayıp "Oda TV'de neler var?" diye bakanların sayısı 1 Ocak günü 1 milyon 41 bini aşıyor, 20 Ocak'ta 1 milyon 286 bin kişiyi aşıyor, 28 Şubat'ta bir milyon 20 bin kişiyi aşıyor Oda TV'ye, böylesine güçlü bir internet sitesi. Güç olunca ne oluyor? Bunu nasıl susturacağız? Milleti nasıl Oda TV'nin haberlerini izleyemeyecek hale getireceğiz? Bunun mücadelesi yapılıyor. Erdoğan'ın bir maiyet memurları vardır. Bu kavram bana ait değil, Sayın Mehmet Yılmaz'a ait, gazeteci Mehmet Yılmaz'a ait. Erdoğan'ın uçağında kabul ettiği gazetecileri, Erdoğan'ın maiyet memurları olarak kabul eder. Çünkü o gazeteciler Erdoğan'a soru sorarken hem soruyu sorarlar ama içinde cevabı da olur. Olur ya Erdoğan başka bir şey söylemesin diye, aynı paralelde konuşsun diye. Farklı bir şey unutabilir, farklı bir şey konuşabilir. Ama hem kontrol etmek hem de önceden hazırlanmış soruları ve cevapları söyleyin, Erdoğan da ona cevap versin diyelim.

26 Şubat'ta Erdoğan düğmeye basıyor, Oda TV ile ilgili olarak basıyor. Beyaz TV'den birisi, yine bir maiyet memuru, sözde gazeteci Erdoğan'a soru soruyor. Osman Kavala dan başlıyor. "Osman Kavala şöyledir, Osman Kavala böyledir" diye başlıyor. "Ondan sonra Kavala'yı aklamaya çalışan ve canhıraş savunan bir medya gurubu var. Oda TV internet sitesi ve sahibi Soner Yalçın..." Sanki çok gizliymiş gibi, e var zaten! "Oda TV Gezi sürecinde kalkışmanın önemli medya ayaklarından biriydi." Adam hâkim. "Darbe girişimine basın yoluyla destek veren Oda TV 'katil devlet, katil polis' gibi manşetler attı." Yok böyle bir şey! "Ancak iddianamede bunların hiçbirisi yer almadı. Hazırlanan hakimlerin, savcının hazırladığı iddianamede bunların hiçbirisi yok" diyor. "Bu konuyla ilgili ne dersiniz?"

Soru var, cevap var, suçlanacak kişi var. “Ne dersiniz?” Uzun uzun anlatıyor. Onu okumak, okuyup zamanınızı almak istemiyorum ama kullandığı şu cümle çok önemli: "Ben bunun suç duyurusunu şu anda yapıyorum" diyor. 26 Şubat 2020'de Oda TV ile ilgili olarak "Bunun suç duyurusunu şu anda yapıyorum" diyor Osman Kavala'yı da suçlayarak değerli arkadaşlarım. Arkasından da malum düğmeye basılıyor. Bugün yaşadığımız olaylar Türkiye'nin gündeminde yerini alıyor.

"Libya'da üç tane şehidimiz var "cümlesini kuran Erdoğan'dı. Bunu eleştiren de bendim "Şehide tane diyemezsiniz; bu ülkenin, bu ülkenin kaderi için hayatını ortaya koyan, canını ortaya koyan kişiye "tane" diyemezsiniz” diye.

Libya'dan 3 şehidimizin haberini veren Erdoğan. Defnedildiği zaman, şehitlerimizden birisi defnedildi, sosyal medyada yer aldı, arkadaşları sosyal medyada açıklamalar yaptılar, fotoğraflar yer aldı, vesaire. Ve bir gazeteci arkadaşımız, Sayın Hülya Kılınç, Oda TV muhabiri, bunu haber yaptı. Oda TV'de de yayınlandı bu. Arkasından Haber Müdürü Barış Terkoğlu, Hülya Kılınç, Barış Pehlivan, Yeniçağ Gazetesi'nden Murat Ağırel, Yeni Yaşam Gazetesinden Ferhat Çelik, Aydın Keser; şu anda hepsi hapishaneler. Gizli hiçbir şey yok, her şey açık, her şey biliniyor.

Evleri sabaha karşı basılıyor değerli arkadaşlar, sabaha karşı. Ben size "bir sivil darbe dönemini yaşıyoruz" derken bunu kastediyordum. Çağırsalar, telefon etseler hepsi gidecek. Hayır, cezalandırmak istiyorlar. Evleri basılıyor, sabaha karşı basılıyor. Saat üçte, dörtte basılıyor, gözaltına alınıyorlar. Ortada yazılı hiçbir şey yok ama şifai talimat var. Uzun süre bekletiliyor ve tutuklanıyorlar. Sayın Ağırel'i serbest bırakıyorlar. Bir süre sonra telefonlar geliyor "nasıl serbest bırakırsınız?" diye. Yeniden tutuklanıyor, yeniden gözaltına alınıyor ve şu anda arkadaşlarımız, gazeteci arkadaşlarımız hapisteler.

Buradan o gazeteci arkadaşlarıma, yani Sayın Barış Terkoğlu'na, Sayın Hülya Kılınç'a, Sayın Barış Pehlivan'a, Sayın Murat Ağırel'e, Sayın Ferhat Çelik'e, Sayın Aydın Keser'e, Cumhuriyet Halk Partisi Grubundan sesleniyorum: Sizler bu ülkenin onurusunuz. Hiçbir gücün önünde diz çökmeyen gazetecilersiniz. Gazeteciliğini hakkını veriyorsunuz. Gazeteciliğin hakkını verdiğiniz için, bir sivil darbe döneminde size bedel ödetiyorlar ama ödenen bedel Türkiye'nin aydınlığa çıkma bedelidir. Bunu da herkesin çok iyi bilmesi lazım…

42 barodan ortak açıklama da yapıldı, hukuksuzluk anlatıldı. Niye tutukluyorsunuz? Kaçma şüphesi var mı? Hayır. Delilleri karartma var mı? Hayır, hiçbir şey yok. Ama talimat gelmiş, atacaksınız içeri. Ama talimat gelmiş, hapse girecekler bunlar. Şimdi buradan savcı arkadaşlarıma sesleniyorum: Talimat aldığınızı biliyorum, ama yüreğinizin bir yerinde en ufak bir vicdan kırıntısı kalmışsa, iddianameleri süratle hazırlayın ve mahkemeye gönderin. Bir vicdan kırıntısı kalmışsa süratle iddianameleri hazırlayın ve gönderin. Neyi tutukluyorsunuz siz? Tutuklanma nedeni yok, Anayasa'ya göre tutuklanamaz. Yasaya göre de tutuklanamazlar, ama ülkede ne Anayasa ne de yasalar geçerli değil. Bir kişi istediği zaman, onun iradesi bütün hukuk sisteminin üstüne çıkıyor. Dolayısıyla bugün hukukun üstünlüğü değil, üstünlerin hukukunun yaşandığı bir süreçteyiz ve hepimiz bu süreci çok iyi biliyoruz.

Değerli arkadaşlarım, yargıyı bu hale getiren bazı hakimler ve savcılardır. Yargıyı güvensiz hale getiren bazı hakimler ve savcılardır. Yani talimatla karar veren, talimatla iddianame hazırlayan savcılar ve hakimlerdir. Onlar savcı ve hâkim değil, sarayın kalemşörleridir.

Hiçbir zaman haksızlık karşısında susmayacağız. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytansa, o şeytanlar zaten çok, zaten çok. Yargıya güveni sadece ben söylemiyorum, Yargıtay Başkanımız da söylüyor, yargının en tepesinde olan insanlardan birisi; “Toplumun yargıya güven duymadığı hukuk sisteminde yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlanamaz…” Yok ki zaten öyle bir şey, Yargıtay Başkanı söylüyor. Toplum güven duyuyor mu? Duymuyor. Bütün yasaları bir tarafa atarsanız, Anayasa'yı bir tarafa atarsanız, teamüllerini bir tarafa atarsanız, Adalet Bakanlığının genelgesini dahi bir tarafa atarsanız, "adalette reform yapıyoruz" diye kalkıp milleti aldatır ve arkasından bunu yaparsanız biz adalete mi güveneceğiz? Hangi hâkime, savcıya güveneceğiz?

Yine Yargıtay Başkanı söylüyor; “Yargıda aynı konuda bu kadar farklı değerlendirmeler olabilir mi?” Doğru, olamaz. Olmaması lazım, evet olmaması lazım. “Beraat kararı veren mahkeme başkanı ve üyelerini kararın arkasından görevden alan HSK'nın bu tavrı da yanlıştır.” Yanlış, biz de biliyoruz yanlıştır. O zaman işte yargı bağımsızlığına gölge düşüyor; yok ki yargı bağımsızlığı. HSK dediğiniz kim? Onlar da saraydan talimat alıyorlar.

Bu arada bir şey söyleyeyim, Anayasa Mahkemesi üyelerine söylüyorum: En tepedesiniz. Bazen güzel karalar veriyorsunuz ama sizin içinize de saray nifak sokmaya başladı. "Benim istediğim kararları verin emeklilik süresi geldiğinde, zamanı geldiğinde size yönetim kurulu üyeliği vereceğim" diyorlar. Anayasa Mahkemesi üyeliği gibi şerefli bir görevi yapan bir kişinin, bir başka kamu kuruluşuna gidip yönetim kurulu üyeliği yapması kadar sakat bir şey yoktur. Yetmedi mi sana ya? Anayasa Mahkemesi üyeliği gibi şerefli bir görev yetmedi mi? Yarın bir müfettiş gelecek senin sıraya çekecek. Anayasa Mahkemesi'nin bir üyesi olarak ben bunu içine nasıl sindirirsin? Buradan Anayasa Mahkemesi üyelerine sesleniyorum; "size saygımız var" diyoruz. Bütün dürüst savcılara, yargıçlara saygımız vardır ama sarayın tuzağına düşürmeye kimsenin hakkı yoktur. Yönetim kurulu üyeliği havucunu gösterip "şu kararı ver dediği" zaman yargıya en büyük kötülüğü yapmış olursunuz.

Yine Yargıtay Başkanı söylüyor; ABD'li rahip Brunson, gazeteci Deniz Yücel ile ilgili kararları örnek verdim, bir taraftan yargı bağımsız diyoruz, yargıda yarın daha güzel şeyler olacağını söylüyoruz, ertesi gün bu kişiler serbest bıraktırılıyor. Bırakıyor değil, bıraktırılıyor. "Ertesi gün bu kişiler serbest bıraktırılıyor" diyor. Böyle bir şey olabilir mi? Oluyor. “Yargı millet adına bir vekalet yetkisini kullanır.” Doğru, millet adına kullanıyor. “Hakimlerin bu vekalet görevini hiçbir şekilde başkasına vermemesi lazım geldiğini söylüyoruz.” Bunları 2020'de söylüyor Yargıtay Başkanı, eski Yargıtay başkanlarının söylediği sözler değil bunlar. Yeni, şu anda görevde olan Yargıtay Başkanının söylediği sözler bunlar.

Birilerine her türlü ezayı cefayı çektirirsiniz, yasalara aykırı olarak evini basarsınız, yasalara aykırı olarak gözaltına alırsınız, yasalara aykırı olarak tutuklarsınız ama Burhan Kuzu'ya kimse bir şey yapmaz, çünkü o sarayın kuzusu, sarayın kuzusu! Telefon eder "kaçakçıyı bırakın" der, kaçakçıyı bırakırlar. Telefon eder, hâkime talimat verir, hâkim hemen talimata uyar.

Sadece Burhan Kuzu mu? Hayır. Erdoğan'ın avukatları var. Defalarca söyledim, “FETÖ borsasının en önemli aktörleri, mal varlıklarını araştırın" dedim, oradan da tık yok.

Ama Barış Terkoğlu'na gelince "yakalayın." Niçin? Düzgün adam. Niçin? Diz çökmüyor. Niçin? Bizim söylediklerimizi dinlemiyor. Niçin? Gerçek gazetecilik yapıyor. Niçin? Onurlu bir insan. Niçin? Düzgün bir insan. "O zaman yakalayın atın, hapse" diyor. İstediğiniz kadar atın, asla dürüst hiçbir gazeteci egemen güçlerin karşısında diz çökmeyecektir.

Osman Kavala tam tahliye olacak, bir ceza daha verdiler. Bu sefer casusluk verdiler. Ya adam zaten yıllardır hapiste, 861 gündür hapiste. Biz de bunu "adalet" diyeceğiz. Merkel'e mi acaba başvursa Osman Kavala? Hemen ertesi gün serbest bırakılır veya Trump değil mi? Veya Trump…

Arkadaşlar kısaca ekonomi üzerinde de durayım. İşsizlik artıyor. Mutfaklarda gerçekten yangın var. Gerçekten de evlerde huzursuzluk var. İşsizlik milletin canına tak etmiş durumda. Son rakamlar açıklandı, işsizlik sayısı da artmış vaziyette; oran da artmış vaziyette.

Kayseri'ye gidip bir grup iş adamı arkadaşla, iş insanı insanlarla konuştum, sohbet ettik. Çek yasasının değişmesini istiyorlar. Çek yasasının değişimi konusunda arkadaşlarımızın bir yasa teklifi verdiğini söyledim. Sicil affı istiyorlar. "Ben 300 kişi çalıştırıyorum. Sicil affı çıkmadığı için ben kredi alamıyorum bankadan ama çalıştırdığım memur, aylığını verdiğim kişiye diyorum ki, senin üzerinden kredi alalım ve onun üzerinden kredi alıyoruz. Buna da son verilmesi lazım. Büyük firmalar konkordato ilan edildiği zaman onlara sahip çıkılıyor ama bize sahip çıkılmıyor, bize sahip çıkın" diyorlar.

Değerli arkadaşlarım; işsizlik konusunda en çarpıcı örneği bu ay yaşadık. Çay İşletmeleri Genel Müdürlüğü 830 mevsimlik işçi alacak, başvuran kişi sayısı 34 bin 961. Türkiye'de işsizliğin boyutlarını bundan daha güzel bir rakam gösteremez. Rize, Trabzon, Giresun ve Artvin'de; bakın bunlar aynı zamanda AK Parti'nin Artvin hariç en güçlü olduğu yerlerden, illerden bunlar ve dolayısıyla burada hala işsizlik bu boyutlarda ise siz Çankırı'yı düşünün, siz Yozgat'ı düşünün, siz Hakkâri’yi, Diyarbakır'ı düşünün, siz Samsun'u düşünün, buralardaki işsizliği düşünün. Evine ekmek götüremeyen babayı, çalışmak isteyip iş bulamayan anneyi, üniversiteyi bitirdiği halde işi olmayan gencecik, pırlanta gibi çocuklarımızı düşünün.

Dolayısıyla bizler hep birlikte mücadele etmek zorundayız. Vatandaş çok sıkıntılı. Batık krediler var. Vatandaş aldığı parayı ödeyemiyor. Krediler çok ciddi miktarda; 21 katrilyon lira vatandaşın borç alıp ödeyemediği para 21 katrilyon lira. Sadece Ocak ayında vatandaşın bankalara ödediği faiz 6,6 katrilyon lira. Tefecilere çalışan bir düzen var ve bizim bu düzeni mutlaka değiştirmemiz lazım. Bunun için de çalışmamız gerekiyor.

Şunu söyleyeyim biz bunları söylerken Tank Palet'i asla unutmadık. Tank Palet bir yerde duruyor ve onu daha konuşacağız. Bu ülkenin şehitleri için hangi duyarlılığımız varsa, ordumuzun silah fabrikası için de aynı duyarlılığımız vardır. Tank Palet Fabrikasının Katar ordusuna peşkeş çekilmesini kabul etmedik, peşkeş çekenleri de vatansever kabul etmedik.

15 Temmuz şehitlerini unutmadık, devam edeceğiz oraya da; o paralar nereye gitti, kim götürdü o paraları?

Ben görmedim ama arkadaşlar hatırlatıyorlar. Hani daha şehitler toprağa verilmeden Erdoğan'ın çıkıp da konuşması, fıkralar anlatması, kahkahalarla anlatması; o arada Merkel'den para istiyor, "doğrudan bize gönderin" diyor. O arada eski Meclis Başkanı şöyle yapıyor. "Yani malı götüreceğiz, para gelsin götüreceğiz" diye. Ya ahlak ahlak!

Süleyman Şah Türbesini kaçıranları, bayrağı indirenleri, vatan toprağını terk edenleri unutmadık.

Onlar duruyor daha hafızamızın bir yerinde.

"Gövde üstünde baş bırakmayacağız" deyip Putin'in odasının kapısında dakikalarca bekletilmeyi unutmayacağız.

İçeride zafer naraları atıp Moskova'da "beyler, Esad'la görüştünüz mü?" diyenleri asla unutmayacağız.

Hepinize saygılar sunuyorum.

 

Anahtar Kelimeler
YORUMLAR
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Ayrıca suç teşkil edecek hakaret içerikli yorumlar hakkında muhatapları tarafından dava açılabilmektedir.
Henüz yorum yapılmamış ilk yorum yapan siz olun...
2
Sağ 300x250 Reklam
YAZARLAR